Perihan abla dizisi
Perihan abla dizisi 1980’li yılların olabildiğince naif figürleri ile etrafımızı saran gösteri dünyasını şimdi tahayyül etmek TRT’de yayınlanan kült programlar, melodram tadında hikayeler ile onların saf ve temiz kahramanları olmaksızın neredeyse imkansızdır. Benim kuşağımın çocukluğunu yaşadığı o yılların kültür, eğlence ve spor hayatından derli toplu bir görsel hafızayı oluşturabilecek birikimin çoğunluğu doğal olarak TRT yayınlarından mirastır.
Perihan abla dizisi 1980’li yılların olabildiğince naif figürleri ile etrafımızı saran gösteri dünyasını şimdi tahayyül etmek TRT’de yayınlanan kült programlar, melodram tadında hikayeler ile onların saf ve temiz kahramanları olmaksızın neredeyse imkansızdır. Benim kuşağımın çocukluğunu yaşadığı o yılların kültür, eğlence ve spor hayatından derli toplu bir görsel hafızayı oluşturabilecek birikimin çoğunluğu doğal olarak TRT yayınlarından mirastır.
“Uykudan Önce” Adile Naşit’ten dinlenen masallar ve ardından izlenen çizgi kahraman Atom Karınca, Perihan Abla dizisinin Şakir’den Perihan Abla’ya kadar samimi insanları, ekranda birleşse de zihnimizde bir türlü birleştiremediğimiz Voltran, konuşuyor olmasından efsunlu bir haz duyduğumuz “Kara Şimşek”, iyilik ve kötülüklerini çocuk aklımızla henüz anlamlandıramadığımız için tuhaf biçimde tasalandığımız Dallas’ın Ceyar ve Baby’si, televizyon dünyamızın, fettanlığına belki de şimdiye kadar en çok teveccüh gösterilen kadın kahramanı Sue Ellen bunlardan bazılarıydı.
Televizyon reklamlarında deterjan kutularının içinden ekrana akan yazı efektlerinin eve getirilen kutudan da çıkabileceğini düşünür, olmamasına şaşar, TRT’nin kült dizisindeki iyi yürekli zavallı Köle Isaura için ağlayan teyzeleri hiç yadırgamazdık.
“İcraatın İçinden”iyse zaten hiç anlamazdık…
Kitle iletişiminin yaygınlaşmaya başladığı, yazılı ve görsel medyanın teknolojik altyapı, insan kaynakları ile prodüksiyon ve ürün çeşitliliği açısından adım atmaya başladığı yıllardı.
1980’lerle birlikte Türk televizyon yayıncılığının okulu TRT’nin ekranları renkleniyor, Türkiye siyah beyaz günlerini yavaş yavaş geride bırakıyordu.
Eskisinden farklı eğlence anlayışlarının belirdiği ve hızla yayıldığı bu dönemde TRT uzun süre toplumun en önemli bilgi, haber, kültür ve eğlence mecrası olma konumunu korudu.
Mavi Ay dizisinde heyecanlanmak, Cenk Koray’ı izlemek, Barış Manço’yu dinlemek, “Bir Cumartesi Gecesi” eğlenmek… Hepsini, hepsini TRT’ye borçluyduk.
Futboldan müziğe, sinemadan yarışma programına, dizilere kadar, “cümbüş” artık her gün her gece evlerimizdeydi.
TRT hayatlarımızın siyah beyaz anlarını boyuyor, dışarının kirlenen renklerine rağmen halen sürdürdüğü titizliğiyle bir okul ve güvenli bir sığınak inşa ediyordu.
Doğup büyüdüğümüz Trabzon’un sokaklarında hayat Anadolu’nun diğer illeri kadar yeknesak değildi.
Hayat Bilgisi dersinin yazılı sınavında sorulduğundan Trabzonsporlu futbolcuların isimlerini tedris etmek zorundaydık.
Belki de bu yüzden Yenimahalle’nin dik yokuşlu sokaklarında haykırışlar arasında, uzata uzata sonunu bir türlü getiremediğimiz mahalle maçlarını ev ödevi bilirdik.
Şehrin o zamanlar epey dışındaki “Tesisler”deki (Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri) Trabzonspor’un sezon açılış törenine konvoy oluşturarak giden araçların peşine takılır, birinde kendimize yer bulur, bu büyük karnavaldan dimağımıza hiç silinmeyecek anılar tutmaya çalışırdık. “Görüntü”nün henüz söz karşısında zaferini ilan etmediği o günlerde; imgelerin ele geçirmediği zihnimizde futbolcuların resimlerini hafızalarımıza kazımaya çalışır, onları tanıdıkça çocuk dünyamızın tüm mahallerinde itibarlı bir yerimiz olacağını tasavvur ederdik.”
Pek çoğu kalender, “mahalleli” futbolcu ağabeylerimizle mesela Dobi Hasan’la sokakta karşılıklı top sektirmişsek bunun cakasını epey bir yaşardık.
Kaplumbağa “Vosvos”unun lastiğini onarırken yakaladığımız kaleci Şenol’dan imza almanın gururuysa imzayla birlikte hala saklanacak kadar büyüktü.
Önümüzde sektirdiğimiz topla yürüyerek gittiğimiz Trabzon Lisesi’nin bahçesi sonra. Futbolun meftunu Trabzon çocukları için bir mabed sayılmalıydı orası. Yaşıtlarımızdan futbol oynayacak birilerini mutlaka buluruz diye giderdik oraya… Her dem bulurduk da.
Maç günlerinde Avni Aker’in önünde kuyruğa giren ağabeylerimize bizi de stadyuma götürmeleri için yakarırdık. Trabzon gazetelerinin okuyucuya armağanı kartlarda Turgay, Lemi, İskender, Hamdi’nin fotoğraflarını, Güneş gazetesi’nden tüm futbolcuların posterlerini biriktirirdik. Bazen ilk on birden tanıyamadığımız ya da ismini çıkaramadığımız bir futbolcu olursa, “bu ayıp da bize yeter”di. Yarı hırçın yarı kederli öfkelenir ama kimseye de soramazdık!..
Avni Aker’de şampiyonluk hasretini dillendirirken ağabeylerimizin “Beş yıldır bu çile, bitsin artık bu sene!” sloganlarına ortak olurduk. Vuslatın bu kadar erteleneceğini, bu yolda daha çok çile dolduracağımızı, şampiyonluk yolunda bu denli kamil olabileceğimizi bilmiyorduk henüz.
Günler böyle geçerken bir gün, “Her evin oğluyduk” sözlerini şarkı yaptığımız Şenol Güneş’in yerine Belçikalı Jean Marrie Pfaff’tan imza almaya çalıştığımız günlere geldiğimizi fark ettik.
Sonrası mı?..
Bundan sonrasında biz mi artık büyümüştük, yoksa Türkiye mi eskisi kadar naif değildi bilmiyorum ama o yıllardan sonra ne anılar artık o kadar latif ne de etrafımızı çeviren evren o denli duygu yüklüydü. Ne olmuşsa olmuş, bir büyük boşlukta büyü bozulmuştu sanki.
Gelecekteki hayatımızı kökünden değiştirecek gelişmeleriyle 1980’li yıllar, bütün debdebesi ve yıkıcılığıyla, her türlü çelişkisi ile giriyordu dünyamıza bir kere. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacaktı. Ne izleyeceğimiz filmlerdeki kahramanlar eskisi kadar vicdan sahibi idi ne gönül verdiğimiz takımın futbolcuları artık mahallede bize yarenlik edebileceklerdi. Ne de futbolda rekabet eskisi gibi adildi. Futbolda da hayatta olduğu gibi kazanmak için her şeyin mübah sayıldığı yılları çok beklemeyecektik.
Her yıla veda ederken yenisinin sırf kronolojik imaları bile bazen bizleri geleceğe dair yeterince iyimser yapmaya yetiyor.
İyimser olalım, umutlanalım. Ama 2013’ten maneviyatımızı rahatsız etmeyecek gelişmeler de bekleyenlerdenim. Toplumsal ahlaka ve yaşama dair 1980’lerden sonra kaybettiğimiz toplumsal ilişkileri, insani değerleri, adaleti, futbol dahil yaşamın her alanında görebilmeyi diliyorum.