Haber 16

Bediüzzaman’ın Geleceğe Vasiyeti

Bediüzzaman Said Nursi’nin hakkın rahmetine kavuşmadan önceki son sözleri yayınlandı.

Bediüzzaman’ın Geleceğe Vasiyeti
  • İslam / Son Dakika
  • 05 Mart 2014
  • Bediüzzaman’ın Geleceğe Vasiyeti için yorumlar kapalı
  • 658 KEZ OKUNDU

Said Nursi ya da çağları aşan adıyla Bediüzzaman. Çileli ve mücadaleyle geçen bir ömrün diğer adı… Derin Tarih Dergisi’nden Mustafa Armağan bu ayki yazısında Said Nursi’nin geleceğe vasiyetini yazdı. 28 yıl sürgünde, işkecende, tecritte tüketilen hayatın ardından nasıl ulvi bir ruhun olduğunu yazdı. Bediüzzaman’ın geleceğe vasiyetinin ne olduğu da ortaya çıktı.

İşte o yazı

SAİD NURSİ’NİN GELECEĞE VASİYETİ

Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi; paranın yazı ve turası gibi. Yazılmış hayat ve yaşanmış ki­tap. Yalnız kendi çağlarına değil, geçmişe ve geleceğe de uzatılmış nuranî köprüler onlar. Aynalarında geçmişi de, bugünü de, geleceği de seyretmek kabiliyete veya nasibe kalmış. Sıhhat ve diriliğini, bizzat yazamn kendi neftini olabildiğince geriye, hatta ihtiyacı olan manevî bereket­ten men edecek kadar geriye itmesi ve kendisinden yaz­dıklarına bir tutam gölge bile düşmesine izin vermemeye çalışmasından alır.

28 YIL MAHPUSTA, SÜRGÜNDE GEÇTİ

Yazanı yoktur külliyatının, müellif kendim eski tabirle ‘ifna’ ve iptal etmiştir. Yine de tam iptal edemediğim dü­şündüğü yerde çıkıp hoyratça nefsinin durumunu teşhir etmekten çekinmemiş ve özeleştirinin harika örneklerini vermiştir.

28 yılı mahkeme-mahpushane-gözetim üçgeninde geç­miş, zehirlenmiş, hastalanmış, yeri gelmiş sağır duvarlara konuşmak zorunda kalmış. İnsan takatinin fevkinde taz­yikler altındayken de of dememiş. Bu zulümlerden kendi kemalatına giden yolu karanlık hücrelerde döşemeye ko­yulmuş. Mazlumun istihkakım yüklenmiş.

HÜKÜM ZULÜM OLUR

Bir zulme maruz kalır; başma bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır.. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i ilahî başka bir sebepten dolayı ce­zaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i llahîyenin bir nevi tecellisidir.

MUSİBETTEN MUSİBETE, FELAKETTEN FELAKETE 28 YIL

Ben şimdi düşünüyorum… Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mah­kemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahke­me aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmek için uğraşıyor. Bir şey bulamıyor. Beraatime hükmediyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğ­raşıyor; beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibe­te, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti.

“DİNİ SİYAETE ALET ETMİŞİM”

Bana isnad ettikleri suçun asıl ve esası olmadığım ni­hayet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasden mi yaptılar? Yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd, ister vehim olsun. Ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığım kemal-i kat’iyetle, yakînen ve vicdanen biliyo­rum ya!.. Dini siyasete âlet edecek bir adam ol­madığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya!.. Hattâ beni bu suçla itham eden­ler de hakikat-i hâli biliyor ya!..

“İŞKENCELERE MARUZ KALDIM”

O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işken­ceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulama- dım? Bu ahval adalet-i îlahi- yeye aykırı düşmez mi?

ASIL CİNAYETİM BELLİ OLDU

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarım bula­mıyordum; üzülüyordum, muztarip oluyordum. Uzun senelerden sonra bana zulüm ve işkence yaptıklarının sırrını nihayet anladım. Bu işkencelere beni maruz kılan asıl suçumun ne olduğunu şimdi bildim: Ben kemal-i teessürle söylerim ki, benim suçum, bü­yük bir gaflet, büyük bir enaniyet eseri olarak, hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma, maddî, manevî terakkiyatıma, ke- malâta âlet yapmakmış. Asıl suçum ve cinayetim işte bu! Bu musibetler, bu felaketler, bu işkenceler hep bu yüz­den, bu suçumdan.

“GAFLET UYKUSUNDAN UYANDIM”

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. Allah’a binlerle şükrediyorum ki bana bu suçu ilham etti, beni gaflet uy­kusundan ikaz etti. Ben uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak müthiş bir gaflete düşmüşüm. Şimdi hakikat bana münkeşif oluyor. Gayet kuvvetli manevî manialar beni bu sakat düşünüşten kurtarıyor. Ben hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan ve Cehennem’den kurtulmama, hattâ saadet-i ebediyeme ve­sile yapmama, yahut herhangi bir maksada âlet yapmama manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyor!..

YALNIZ VE YALNIZ İMANA HİZMET

Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bı­raktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saa­detleri a’mal-i sâliha ile kazanmış ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye, hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin şevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet etmek hususu bana gösterildi.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi ol­mayan ve her gayenin fevkinde olan hakayık-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek., bu keşmekeş dünyasında imam kurtara­cak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarz­da bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-i mutlakı, mütemerrid ve inadçı dalâ­leti kırsın. Herkese kat’î ka­naat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilme­diğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçi- likten tevellüd eden dehşetli din­sizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

BİR SAİD DEĞİL, BİN SAİD FEDA OLSUN

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir “dini siyasete âlet” ithamı altında kader-i İlahî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle, mahz-ı adalet olarak, beni tokatlatıyor, ikaz ediyor: “Salan”, diyor, “iman hakikatim kendi şahsına âlet yapma. Ta ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yal­nız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!”

İşte Nur risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgalan gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalbler- de ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey de­ğil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-i mutlakı durduramıyorlar. Küfr-i mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir de­rece muvaffak oluyorsa bunun sim işte budur: Said yoktur,

Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız haki­kattir, hakikat-ı imaniyedir.

Madem ki, nur-i hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesi­rini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmeden­lerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, mahkeme mah­keme süründürenlerin, katiller, caniler sandalyasına beni oturtanların, bana hakaret edenlerin, türlü türlü ağır it­hamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine, hepsine hakkımı helâl ettim.

MADDİ MANEVİ HER ŞEYİMİ FEDA ETTİM

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokat­larına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, manevî füyuzat hisselerimi feda etmeseydim, iman hiz­metinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim.

YALNIZ VE YALNIZ ALLAH RIZASI İÇİN ÇALIŞIN

Ben maddî, manevî her şeyimi feda ettim. Her musibete katlandım. Her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfa­nının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edecek­lerdir. Ve benim maddî, manevî her şeyden feragat mes­leğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası içün çalışacaklardır.

Benimle beraber birçok talebelerim de türlü türlü musi­betlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar ge­çirdiler. Benim gibi onların da bütün haksızlıklara ve hak­sız hareket edenlere karşı bütün haklarım helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akü erdiremeyerek bizim dâvamıza, ha­kikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazife­miz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar kin ve adavet beslememesini tavsiye ederim.

BELKİ BUNLAR SON SÖZLERİM OLUR

Ben artık çok hastayım. Ne yazmağa, ne söylemeğe takatim kalmadı. Belki de bunlar, son sözlerim olur. Nur mekteb-i irfanının talebeleri bu vasiyetimi hiçbir zaman unutmasınlar.”

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ