Bediüzzaman’ın Geleceğe Vasiyeti
Bediüzzaman Said Nursi’nin hakkın rahmetine kavuşmadan önceki son sözleri yayınlandı.
Said Nursi ya da çağları aşan adıyla Bediüzzaman. Çileli ve mücadaleyle geçen bir ömrün diğer adı… Derin Tarih Dergisi’nden Mustafa Armağan bu ayki yazısında Said Nursi’nin geleceğe vasiyetini yazdı. 28 yıl sürgünde, işkecende, tecritte tüketilen hayatın ardından nasıl ulvi bir ruhun olduğunu yazdı. Bediüzzaman’ın geleceğe vasiyetinin ne olduğu da ortaya çıktı.
İşte o yazı
SAİD NURSİ’NİN GELECEĞE VASİYETİ
Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi; paranın yazı ve turası gibi. Yazılmış hayat ve yaşanmış kitap. Yalnız kendi çağlarına değil, geçmişe ve geleceğe de uzatılmış nuranî köprüler onlar. Aynalarında geçmişi de, bugünü de, geleceği de seyretmek kabiliyete veya nasibe kalmış. Sıhhat ve diriliğini, bizzat yazamn kendi neftini olabildiğince geriye, hatta ihtiyacı olan manevî bereketten men edecek kadar geriye itmesi ve kendisinden yazdıklarına bir tutam gölge bile düşmesine izin vermemeye çalışmasından alır.
28 YIL MAHPUSTA, SÜRGÜNDE GEÇTİ
Yazanı yoktur külliyatının, müellif kendim eski tabirle ‘ifna’ ve iptal etmiştir. Yine de tam iptal edemediğim düşündüğü yerde çıkıp hoyratça nefsinin durumunu teşhir etmekten çekinmemiş ve özeleştirinin harika örneklerini vermiştir.
28 yılı mahkeme-mahpushane-gözetim üçgeninde geçmiş, zehirlenmiş, hastalanmış, yeri gelmiş sağır duvarlara konuşmak zorunda kalmış. İnsan takatinin fevkinde tazyikler altındayken de of dememiş. Bu zulümlerden kendi kemalatına giden yolu karanlık hücrelerde döşemeye koyulmuş. Mazlumun istihkakım yüklenmiş.
HÜKÜM ZULÜM OLUR
Bir zulme maruz kalır; başma bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır.. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i ilahî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i llahîyenin bir nevi tecellisidir.
MUSİBETTEN MUSİBETE, FELAKETTEN FELAKETE 28 YIL
Ben şimdi düşünüyorum… Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmek için uğraşıyor. Bir şey bulamıyor. Beraatime hükmediyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti.
“DİNİ SİYAETE ALET ETMİŞİM”
Bana isnad ettikleri suçun asıl ve esası olmadığım nihayet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasden mi yaptılar? Yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd, ister vehim olsun. Ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığım kemal-i kat’iyetle, yakînen ve vicdanen biliyorum ya!.. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya!.. Hattâ beni bu suçla itham edenler de hakikat-i hâli biliyor ya!..
“İŞKENCELERE MARUZ KALDIM”
O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulama- dım? Bu ahval adalet-i îlahi- yeye aykırı düşmez mi?
ASIL CİNAYETİM BELLİ OLDU
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarım bulamıyordum; üzülüyordum, muztarip oluyordum. Uzun senelerden sonra bana zulüm ve işkence yaptıklarının sırrını nihayet anladım. Bu işkencelere beni maruz kılan asıl suçumun ne olduğunu şimdi bildim: Ben kemal-i teessürle söylerim ki, benim suçum, büyük bir gaflet, büyük bir enaniyet eseri olarak, hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma, maddî, manevî terakkiyatıma, ke- malâta âlet yapmakmış. Asıl suçum ve cinayetim işte bu! Bu musibetler, bu felaketler, bu işkenceler hep bu yüzden, bu suçumdan.
“GAFLET UYKUSUNDAN UYANDIM”
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. Allah’a binlerle şükrediyorum ki bana bu suçu ilham etti, beni gaflet uykusundan ikaz etti. Ben uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak müthiş bir gaflete düşmüşüm. Şimdi hakikat bana münkeşif oluyor. Gayet kuvvetli manevî manialar beni bu sakat düşünüşten kurtarıyor. Ben hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan ve Cehennem’den kurtulmama, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmama, yahut herhangi bir maksada âlet yapmama manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyor!..
YALNIZ VE YALNIZ İMANA HİZMET
Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i sâliha ile kazanmış ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye, hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin şevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet etmek hususu bana gösterildi.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakayık-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek., bu keşmekeş dünyasında imam kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-i mutlakı, mütemerrid ve inadçı dalâleti kırsın. Herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçi- likten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.
BİR SAİD DEĞİL, BİN SAİD FEDA OLSUN
Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir “dini siyasete âlet” ithamı altında kader-i İlahî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle, mahz-ı adalet olarak, beni tokatlatıyor, ikaz ediyor: “Salan”, diyor, “iman hakikatim kendi şahsına âlet yapma. Ta ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!”
İşte Nur risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgalan gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalbler- de ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-i mutlakı durduramıyorlar. Küfr-i mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sim işte budur: Said yoktur,
Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir.
Madem ki, nur-i hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, mahkeme mahkeme süründürenlerin, katiller, caniler sandalyasına beni oturtanların, bana hakaret edenlerin, türlü türlü ağır ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine, hepsine hakkımı helâl ettim.
MADDİ MANEVİ HER ŞEYİMİ FEDA ETTİM
Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, manevî füyuzat hisselerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim.
YALNIZ VE YALNIZ ALLAH RIZASI İÇİN ÇALIŞIN
Ben maddî, manevî her şeyimi feda ettim. Her musibete katlandım. Her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî, manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası içün çalışacaklardır.
Benimle beraber birçok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onların da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarım helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akü erdiremeyerek bizim dâvamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar kin ve adavet beslememesini tavsiye ederim.
BELKİ BUNLAR SON SÖZLERİM OLUR
Ben artık çok hastayım. Ne yazmağa, ne söylemeğe takatim kalmadı. Belki de bunlar, son sözlerim olur. Nur mekteb-i irfanının talebeleri bu vasiyetimi hiçbir zaman unutmasınlar.”